Bu sene gezegende 34. yılımı tamamladım ve 35'e garip bir geçiş yaptım. Eskiden birisi 24 yaşındayım falan dediğinde yaşımı üçle falan çarptığımı hatırlıyorum ne kadar büyük olduğunu anlamak için, şimdilerde yavaş yavaş ortamdaki yaşı en büyük insan olmaya doğru ilerliyorum. Bu yaşlara gelince yavaş yavaş daha gerçekçi sorunlarla uğraşmaya başlıyormuş insan, en azından şu son birkaç ayda insanların gerçekten büyük sorunlarını dinledikçe sızlanmayı büyük oranda bıraktım. Dert etmeye doyamadığım bir sürü sorunun aslında tamamen fasa fiso olduğunu farkettim. Çocukluğunda durmadan hastaneye giden biri olarak "Sağlık en büyük zenginlik" lafını az çok anlayabiliyordum ancak gerçekten serin bir yaz sabahı insanın ciğerlerini temiz bir havayla doldurabilmesinin ne kadar paha biçilemez olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum. Her ne kadar bir yandan bir sürü güzel şey yaşadığım için sevinsem de ömrümden bir yazın daha eksilmesi kahredici, acaba bin yıl daha yaşasam hala yaz sabahları bu kadar güzel gelir miydi? Takvime pek bakmadığım için her sene ancak çiftçiler buğdayı biçmeye başladığında anlıyorum yazın bittiğini, günler yerini karanlığa teslim ederken yüreğim daralarak bekliyorum kışın gelmesini. Sonrasında kenarda köşede böyle anı kırıntıları kalıyor. Böyle güzel geçen bir gün için neden bu kadar pesimist bir yazı yazdığım konusunda en ufak bir fikrim olmasa da geride böyle bir iz bırakmış olmak huzur verici.
10 Haziran 2023 Cumartesi
9 Haziran 2023 Cuma
Odunpazarı Sokak Çizimi / Eskişehir
Kendimle baş başa kaldığım zamanlarda üzerine en fazla düşündüğüm konu nasıl her şeyi bu kadar çirkin yapabildiğimiz sorusu oluyor; sokakta yürürken de benzer düşünceler geliyor aklıma modern sanat sergilerini gezerken de. Zaten uzunca bir süredir sanat galerilerine gitmeyi bıraktım, oradaki çirkinliklere karşı bünyemde dayanacak gücüm kalmadı. Çoğu ilkokul çocuğunun resmi beni daha fazla heyecanlandırıyor, galeri koridorlarındansa sokakta bir şeyler üreten arkadaşlarımın defterleri daha hayat dolu geliyor. Nereye gitsem aynı çirkinlik, bu çirkinlik konusunda kendimi çok çaresiz hissediyorum. Güzellik beklentimin de çok yüksek olduğunu düşündürmesin bu söylediklerim, aslında kurumuş otlar arasında hurda bir traktör, kırık dökük bir baraka veya yıkılmaya yüz tutmuş bir bina, oto lastikçideki lastik raflarından gözümü kolay ayıramayan biriyimdir. Bu konuyu bugün milyonuncu defa gündeme getirme sebebim şu: sabah iş arkadaşım Ghost In The Shell serisini izlemeye başlamış, benim favori filmlerinden biridir kendileri, aslında küçük bir serisi de var, bütünüyle bir şaheser. Filmini izlemekten ayrı zevk alıyorum, müziklerini ayrı seviyorum. Bazen tek başıma kaldığımda veya yolculukta vaktim varsa müzikleri başa sara sara son ses dinler kendimden geçerim. Filmin kendisi kadar güzel müzikleri de, o da yetmez gider Youtube'dan Kenji Kawai'nin devasa stadyumlarda sağlam bir orkestra eşliğinde yaptığı konser kayıtlarını açar izlerim. Şöyle bir düşünüyorum bir tane filmimiz yok böyle müziklerini severek sürekli dinlediğim, herifler binlerce kilometre öteden çok daha iyi bir biçimde tercüman oluyorlar hislerime. Bunu biraz bir türlü bir dil üretmememize bağlıyorum, yıllardır her bir şeyimiz taklit, oyun izlemeye gidiyorsunuz içinizde garip bir rahatsızlık, koca koca milyonlar harcanarak yapılmış sanat müzelerinde benzer hisler. Yıllardır hep aynı konular ve temelde çoğu kişi için gerçek bile olmayan dertlerden üretilen eserlere maruz kalmaktan yoruldum. Buradan yol nereye çıkar bilemiyorum, aslında en fazla arzuladığım şeylerden birisi kendi üretim dilimizi oluşturabilmek. Sinemada vs. şu anda Blender'la yaptığım şeylerde de biraz bunun için uğraşıyorum ancak önde pek fazla örnek olmadığı için yola dair de pek bir fikrim yok. Şu kısa film projesinde en azından mekanları kendi şehrimde hissettirecek şekilde tasarlamak istiyorum ama bu da o kadar kolay değilmiş hakikaten. Bu resimle bahsettiğim durumun alakasının olmadığının da farkındayım ama biraz içimi dökmek istedim sanırım. (Yukarıda bahsettiğim efsane konserden bir bölümü ağaşıya bırakıyorum)