Blog yazılarını yazarken hep önden en az üç dört uzun paragraf bir şeyler yazıyor, ne var ne yok içimi boşaltıyor sonrasında da hep tamamını silip baştan alakasız bambaşka bir şeyler karalıyorum. Az önce sildim yine bir sayfaya yakın yazıyı, bayağı bir şeyden bahsetmiştim oysa.
Yukarıdaki fotoğraf bu senenin son buluşmasından, fotoğraftakilerin çoğuyla tanışıklığımız birkaç seneyi geçti, hiç de fena olmayan sıkı bir USk grubu olduk. Büyük ihtimalle kıtadaki en dinamik birkaç gruptan biriyizdir, kimseye bunun havasını atmasak da içten içe bunun gururunu yaşıyoruz. Bu sene de ekip biraz daha büyüdü, buna bir türlü alışamadım. Bu kadar insanın sadece çizim yapmak için toplanmasını asla normalleştiremeyeceğim sanırım. Az önce yazdığım koca bir sayfanın yorgunluğuyla daha fazla devam edemeyeceğim yazmaya, bu sefer şanslısınız, bayağı kısa kestim. Şimdiden herkese mutlu yıllar...
Daha birkaç post önce Blender'ın başına oturamadığımdan şikayet etmiştim hatırlarsanız, programın 4.0 versiyonu da bu zamana kadar öğrendiklerimin küçük bir tekrarı olması adına kısa da olsa bir şeyler yapmak istedim. Yine Ian Hubert Usta'nın yolunda bu kardanadam videosunu yaptım.
Animasyon üzerinde çalışırken daha önce sürekli yanlış yerlerde kaybolduğumu farkettim ve bu tür yapımlarda ortada bir planlayıcı yöneticinin olmasının önemini çok iyi kavradım. İnsanlara hikaye anlatabilmenin yolunun hep teknik yeterlilikte olduğunu düşünürken bu videoda programa dair bildiklerimin en fazla %15'i ile 30 saniyelik kısa bir film ortaya koyabildim. Kullandığım şarkı elbette işimi büyük oranda kolaylaştırdı ve kardanadamın parçalarını rotate ederek ve birkaç shape key ile yüzü ve kaşları hareket ettirerek mevzuyu tamamladım. Fena da olmadı, en azından kardanadamın sinirli bir biçimde bir şeyler sorduğunu ses olmasa da anlardık diye düşünüyorum.
Yetersizliğimi farkettiğim diğer bir konu ise bütünü parçalara ayırmak. Animasyon işleri, en azından bu zamana kadar benim yapmaya çalıştığım işler hep birer iterasyon projesiydi. Taslak bir şeyler yapıp onu başka şeyler içinde deneyip çalışıp çalışmadığına bakıp ona göre tekrardan amaçladığım düzeye getirmeye çalışıyordum ama dediğim gibi hemen hemen her aşamada başa dönüp test edip, sonra o test ettiklerimi başka şeylerle falan test edip neticelendirmem gerekiyordu. İşin sanat yönetimi ayrı daha teknik kısmında defalarca kayboldum ve bu sebeple bu yıl pek bir şey yapamadım. Teknik olarak yapabildiklerimle hayat verebileceğim bir senaryo üzerinde çalışmam gerekiyor bu sene, nedense bu da gözümde büyüdükçe büyüdü.
Dediğim gibi aylarca üzerinde çalışıp ortaya yenilgiden başka bir şey çıkartamadığım projelerden sonra bu kardan adam projesi hayretler içinde kalmama neden oldu. Bu kadar az özellik kullanarak ve bu kadar kısa zamanda bir ürün koymak mümkünmüş meğerse. Kaldı ki içinde çok temel de olsa bir hikaye anlatımı bile var. Bir de yapım sürecinde çok yorulmadığım için aydınlatma seçenekleri, kompozisyon vs gibi konulara da daha fazla vakit ayırabildim, Hiç kullanmadığım özelliklerle sahneyi süsledim.
Bir video olarak son derece basit olabilir ama süreçlerin doğru düzgün bir biçimde işlemesi ve kısa da olsa başedilebilir bir proje yönetimini gerçekleştirebilmiş olmak bu senenin en büyük başarısı oldu benim için. Proje sürecinden kendime çıkardığım en büyük ders bu oldu, teknik olarak bir şey lazım olduğunda zaten gerekli adımları atabiliyorum, tersten de olsa kulağı tutmanın bin tane yolu var ama galiba asıl öğrenmem gereken bu proje yönetimi süreci. Bu kadar gevezeliğe gerek var mıydı bilmiyorum ama yine de buraya kadar okuyan çıkarsa çok teşekkür eder verimli ve mutlu bir yıl dilerim. Umarım bu sene kendimize Kaf Dağı'nı hedef gösterip yollarda tarumar olmaktansa etraftaki küçük tepeciklerin tadına varabildiğimiz, çimlerde oturup etrafı göz atabildiğimiz bir sene olur.
Başlığı bu şekilde atmak istemezdim ama "Scratch building" tabirini karşılayacak Türkçe bir kelime veya kelime grubu bilmiyorum, sıfırdan yapmak denilebilir belki ancak bu tabire de konseptimiz açısından ısınamadığımı ifade etmek isterim. Konumuza gelecek olursak Erebus ve Terror Jules Verne manyağı her çocuğun isimlerini ezbere bildiği gemilerdendir ancak Nautilus'tan farklı olarak bu gemiler gerçekten büyük maceralara atılmış ve nihayetinde böyle bir sefer esnasında gemi personeliyle birlikte 200 sene boyunca kayıplara karışmışlardır. Bugün şimdilik geminin hikayesine çok girmeden biraz kendi Terror projemden bahsetmek istiyorum.
Erebus ve Terror hemen hemen aynı gemiler olmasına karşın neden Terror'ü tercih ettiğim konusunda sorular sorulacak olunursa: Terror'le biraz daha içli dışlı oldum diyebilirim, hatta yardımcı kaptanların yazdığı narrativeleri okudum uzun uzun, Terror'ün maceralarına daha aşinayım. Bir de Ross seferi sonrasında iki gemi üzerinde yapılan majör değişiklikler sonrası geminin bizim hepimizin bildiği siyah-beyaz şemayla boyanması da bunda etkili olmadı desem yalan söylemiş olurum kuşkusuz. E bir de Francis Crozier gibi bir kaptanımız da olunca başka seçenek kalmıyor geriye. Değişiklikler demişken eski illüstrasyonlara ve planlara bakınca cidden ne kadar çok şeyin değiştiğini anlıyorsunuz. Yukarıdaki illüstrasyon Owen Stanley tarafından Terror'ün 1838 yılında çıktığı Arctic Seferi esnasındaki halini gösteren güzel bir çizim. (Bu ve bunun gibi bir sürü Owen Stanley eskizine ulaşmak için tıklayınız.) Geminin iki farklı halini düşününce bu iki geminin aynı gemi olduğunu düşünmek bir hayli güç.
Gemilerde yapılan belki de en önemli değişiklik ise iki gemiye Greenwich Railwaysteam locomotives 'ten alınan iki adet buhar motorunun adapte edilmesi oldu. Bu motorlar sayesinde iki gemi de rüzgar yardımı olmadan 4 knot hıza erişebiliyordu. Sanırım Kraliyet Donanması'nda uskur pervane kullanımı ilk bu iki gemide oluyor. Diğer bir değişiklik de demir plakalarla geminin bazı bölümlerinin kaplanması, Owen Stanley'in çizimlerinde bu fark da gayet net görünüyor, baş kısımda herhangi bir kaplama yapılmamış önceki versiyonlarda. Gemilere sonradan mı eklendi bilmiyorum ama iki gemide de temiz su elde etme makinasıyla birlikte ısı değişimi makinası adıyla çok ilkel bir buzdolabı sistemi de bulunuyormuş. Son zamanlarda Franklin seferinin aslında gemilerin bu kadar iyi olması sebebiyle böyle bir sona maruz kaldığına dair de düşünceler yoğun olarak konuşulmaya başlandı. Önceki seferlerde gemi personeli hayatta kalmak için zorunlu olarak dış dünyaya açılıyor ve o ortamda hayatta kalmanın yollarını öğreniyordu deniliyor. Haliyle gemilerde yaşanan bahtsızlıklara rağmen hayatta kalan sayısı daha fazla oluyordu. Bu son seferde gemiler o kadar iyiydi ki tayfa dış dünyayı tanıma ihtiyacı hissetmedi ve Nunavut'ların bir şekilde yaşamayı başardığı o coğrafyada soğuk bir ölümün kucağına atladırlar. (Why Ross Survived When Franklin Died: Arctic Explorers and the Inuit, 1829–1848 /Nicholas Bayne)
İki gemi de 200 yıla yakın bir süredir derinliklerde kayıp bir biçimde yatıyordu, aslında üç aşağı beş yukarı terk edildikleri yerler belliydi. King William Adası'nın kuzeyinde Victory Point civarında terk edildikleri düşünülüyordu fakat bir türlü bulunamadılar kısa bir süre öncesine kadar. İngiliz hükümetinden alınan kazı izinleriyle yapılan çalışmalarda gemilerin batıklarına çok daha güneyde, terk edildikleri noktadan 150 km güneyde bulundular. İlk bulunan Erebus oldu, 2014 yılında Wilmot and Crampton Körfezi'nde hemen denizin 11 m altında bir batık bulunuyor ve sonrasında araştırmalar sonucunda bunun doğru gemi olduğu anlaşıldı. Terror ise çok daha kuzeyde King William Adası'nın güneyindeki Terror Körfezi'nde 2016 yılında, Erebus'tan daha derinde 30 m civarında bir noktada bulundu. Erebus'tan daha derinde olduğu için iklimsel etkilerden çok daha iyi korunmuş bir halde derinlerde yatmaya devam ediyor kendisi. Terror batığında kaydedilen bir videoyu yukarıya ekledim. Erebus çok daha yüzeyde olduğu için yüzeyden bile görülebiliyormuş. (Erebus'un yüzeyden çok güzel bir fotoğrafı vardı ancak hangi cehennemdeyse bulamadım yazıyı yazarken) (Aşağıda Terror'ün bulunması için yürütülen çalışmalar esnasında yapılan deniz dibi taraması sonucu elde edilen görüntüyü görebilirsiniz.)
Yine konu dağıldıkça dağıldı, Terror'ü yapma fikri 2018 yılında Occre markasının kiti çıkarmasıyla birlikte aklıma kazındı, ahşap model yapımı konusunda en ufak fikrim olmasa da kiti alelacele aldım, internetten ikinci el başka gemi modelleri de aldım acemiliğimi atmak için ama beceremedim. Ev talaş dolmasın diye çırpınırken zor oluyormuş model yapmak. Bir de benim kötü işçiliğim eklenince mevzuya ev mahvoldu, ikinci denemeden sonra töbe ettim ahşap modelciliğe. Ardından aldığım tüm ahşap kitleri sattım, en son Terror'ün de kitini yüreğim parçalanarak sattım. Derken bu yaz yine içim yangın yerine döndü, modelci kardeşlerim anlayacaktır; bazen bazı gemiler, uçaklar yüreğinizi yakabilir, deliler gibi sabah akşam gözünüzün önünden gitmezler, kalp çarpıntınız başlar Yine böyle bir günde Terror'ü satmış olduğum arkadaşa geri satar belki düşüncesiyle yazdım, daha önce bayağı bir alışveriş yapmışlığımız olduğu için belki makul bir fiyattan geri alırım ümidiyle ama kitin fiyatı 7.000 tl'ye yaklaşınca arkadaş pek yanaşmadı. Ardından vazgeçer gibi oluyorum derken interneti araştırmaya başladım, sonra Occre'nin kitinini fotopraflarını buldum. Fotoğrafları incelerken kendime "Hadi be oğlum yaparsın sen mühendis adamsın diye" bol bol gaz verdim. Yaklaşık olarak Autocad yardımıyla parçaları çizip endazeden hiza almaya çalıştım. Bazı postalar büyük geldi, bazısı fazla küçük. Onları tekrar çizdim, tekrar kestim. Aslında lazer kesim yaptırsam çok rahat biçimde halledermişim ama evin hemen yanındaki lazer kesimciyi çok sonra buldum. Defalarca kıl testerenin ucunu kırdıktan sonra nihayetinde postalar ve omurga parçaları birbirine oturdu. Mühendislik tecrübelerimi kullandığım ilk modelim bu model olabilir.
Şimdilik gövdeyi tamamladım, bundan sonrasını nasıl yapacağıma dair en ufak fikrim olmamakla birlikte elimden geldiğince devam etmek istiyorum. Öyle veya böyle bu iş artık namus meselesi oldu. Yıllardır Terror diye sayıklamaktan yoruldum bitakin düştüm, bu sefer bu mevzuyu çözmeye and içtim. Önümüzdeki günlerde eğer vakit bulabilirsem en baştan proje sürecini anlatmak istiyorum aşama aşama ama bir yandan da telifle alakalı sıkıntılar yaşanır mı yaşanmaz mı emin de olamıyorum. Her ne kadar Occre'nin kitini baz almış olsam da hemen hemen her şeyin ölçüsü başka, bin türlü deneme sonrası tutturdum ölçüleri, bunu kar elde etmek amacıyla da yapmadığım düşünülürse belki biraz da bahsedebilirim sizlere süreçlerden. Bu arada Franklin seferi ve bu iki gemiyle alakalı araştırma yapmak isterseniz başlangıç aşamasında çok işinize yarayacak linkleri de aşağıya bırakıyorum:
Uzunca bir süre olmuştu arkeoloji müzesine gitmeyeli, üşengeçlik insana böyle şeyler yaptırabiliyor. Zaten pandemi sonrasında müze gezme alışkanlığımı tamamıyla yitirdim, neden böyle oldu bilmiyorum. Hal böyle olunca geçtiğimiz haftalarda neden arkeoloji müzesinde buluşmuyoruz dedik, bu seferki kaçak bir buluşma oldu. Müzenin elden geçmiş halini korkunç beğendim, umarım kapalı tarafların da işleri bir an evvel biter de açılır. Çok daha samimi, eserlere çok daha iyi odaklanabildiğiniz bir yer haline gelmiş. Bir kere daha gurur duydum müzemizle.
Projeye hız kesmeden devam ediyoruz demek isterdim ancak biraz emekleme modundayız hala, aslında oturup bu işe sağlam vakit ayırmak istiyorum ancak henüz kendimde yeterli miktarda enerjiyi toplayamadım. Bu buluşmada küçük küçük bir giriş yaptım galiba. Ayrıca bu buluşmada Paşabahçe Vapuru'na da iki defa denk geldim, sanırım aramızda bir şeyler oluyor, bu ara kendisi sürekli karşıma çıkıyor olmadık zamanlarda, geçtiğimiz haftasonu metrodan çıkar çıkmaz gemininin düdüğüyle irkildim ve iskeleye yanaşır vaziyette buldum kendisini. Dünyanın yaşayan en güzel gemilerinden biri olan bu gemiyi umarım daha yıllarca hizmette tutmayı ve sonrasında hakettiği biçimde korumayı başarabiliriz İstanbullular olarak.
Bu sene eğer tamamlayabilirsek güzel bir projemiz var, şehir hatları vapurlarının tamamını çizip küçük rehber gibi bir şeyler hazırlamak istiyoruz. Tamamlayabilir miyiz bilmiyoruz ama ucundan başladık bakalım, şimdilik sadece iki buluşma yapabildik ama havalar güzel olur olmaz tam gaz asılmayı düşünüyoruz bu projemize. İlk buluşmamızı Haliç Sahil'de hemen tersanenin karşısında yapmaya karar verdik, pek bir şey çizemedik ancak güneşli bir günde sahilde vakit geçirmek iyi geldi.
Bitirmekte olduğumuz bu sene byu iyiler ne yordu be kardeşim, Tanrı İmparator Leto Atreides II'nin sözlerini düşüne düşüne yorgun düştüm. Ne büyük adammışsın Leto dedim, son zamanlarda yazarların distopyaları cennet gibi gelmeye başladı. Bukonuya biraz açıklık getirmek gerekirse; Dune serisinde en sevdiğim kitap Tanrı İmparator'un hüküm sürdüğü yılların anlatıldığı 4. kitap. Bu kitapta Frank Herbert Leto II Atreides karakterini adeta 4000 sene yaşamışçasına seslendiriyor ve eğer kitap bir bilimkurgu evreninde değil de bir krala yazılan notlar olarak basılsaydı bugün Hükümdar, Leviathan gibi kitaplar yanında yerini almıştı. Kitaptaki iki farklı bölümde karar süreçlerine ilişkin iki konuya değiniyor. Bunlardan ilkinde bir diyalog esnasında rapor manyaklarından şu şekilde bahsediyor:
-Yöneticinin iyisiyle kötüsü arasındaki fark, beş kalp
atışı kadardır, iyi yönetici tercihini çabucak yapar.
-Öte yandan, kötü yönetici tereddüt eder, zaman
öldürür, komisyonlara, araştırmalara ve raporlara başvurur, sonuçta ciddi sorunlara
yol açacak bir şekilde davranır.
-Kötü yönetici kararlardan çok raporları düşünür. Hatalarının bahanesi olarak
gösterebileceği kesin kanıtların peşindedir."
"Peki iyi yöneticiler?"
"Ah, onlar sözlü emirlere güvenirler. Sözlü emirleri sorun yarattığında da yaptıkları
iş hakkında asla yalan söylemezler ve çevrelerinde, sözlü emirler üzerine zekice
eyleme geçebilecek kişiler bulundururlar. Genellikle, bilginin en önemli parçası bazı
şeylerin yolunda gitmediğidir. Kötü yöneticilerse hatalarını, düzeltmek için artık çok
geç oluncaya dek gizlerler."
Bahsettiğim ikinci bölümde de "sınanmadığın kötülüğün iyi olamazsın" manasına gelecek bir kısımdı ve buna istinaden av olmaktansa yırtıcılardan olmayı tercih ederim gibi bir sözü vardı, bir yandan da "iki taraftan iyi olanı seçersem iyi biri mi olmuş olurum?" sorusu geçiyordu bir durum üzerine. Bu sene bu konular en çok üzerinde kafa patlattığım konular oldu, düşündükçe de kendimi nerede konumlandırmam gerektiği konusunda kafam bayağı bir bulanıklaştı. Bu yaz madalyonun öteki yüzünü göre göre bir hal oldum, Odin bu açıdan bakınca tek gözle iyi kurtarabilmiş paçasını demekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Bu aralar nedense kısırlaştırılmış köpekler gibi takılıyorum, yerimden kalkasım gelmiyor, bütün bir yazın buluşma postları duruyor olduğu gibi, bu hafta en azından bu güne kadar olanları temizlemek gibi bir hedef koydum kendime. Neyse biz buluşmaya geçelim, artık Çizgi Festivali'nin gediklisi olduk, bizde de gelenek oldu her sene Eylül buluşmasını Çizgi Festivali'ne ayırıyoruz. Buluşmada gölgede minder bulunca yerimden kalkamadım, el mecbur resim çizmek durumunda da kalmış olacağım ki böyle rastgele basmışım boyayı.
Bazı buluşmalarda anime-manga konuşmaktan başka bir şey yapamıyorum, azıcık anime dünyasına adım atmış ve bu dünyadan hoşlanmış biri olsun yeterli. Bu buluşmada da ne yazık ki süreç bu şekilde ilerlerdi ve çene çalmaktan bırakın resim yapmayı insanların fotoğraflarını bile çekemedim, fakat buna üzüldüğümü düşünüyorsanız bu blogun yazarına dair en ufak bir fikriniz dahi oluşmamış demektir. Her ne kadar bu dialoglar esnasında bazı arkadaşlar favori anime ikilimden birisi olan Neon Genesis Evangelion hakkında tatsız şeyler söylemişse de bunları unutmaya hazır olduğumu bilsinler isterim.
Daha önceki buluşmalarda birkaç defa Eski Fransız Yetimhanesi binasının önünden geçmiş ancak yetkililerce içeriye aldıramamıştık kendimizi, internette gezinirken Beyoğlu Belediyesi'nin reklamına denk geldik, yetimhaneyi ziyarete açmışlar, hatta yanlış hatırlamıyorsam restorasyon gibisinden şeyler de yazıyordu ancak restorasyona dair pek bir şey göremedik. Yetimhane bahçesine çakıl serip kenarlara çimen dikmek bu tanıma pek denk gelen şeyler olmayabilir. Nedense pek özenmemişler bu işe, kafe alanında satış yapmak için kullanılan büfe benzeri yapının içinde eski model Mitsubishi L200 gibi bir köfte arabası vardı. Köfte arabasını olduğu gibi koysalar bu kadar göze batmazdı diye düşünüyorum, en azından aracın kendine has bir tasarımı var. Sonuç olarak bu mekan biraz hayal kırıklığı oldu bizler için.